Sevgili okurlarım sizlere mevsimlerin tüm güzelliğiyle merhaba diyorum. İlkbaharın kokusu, yazın sıcaklığı, sonbaharın bereketi ve kışın olgunluğuyla sizleri selamlıyorum.
Bahar çocukluğumuza, yaz gençliğimize, sonbahar olgunluğumuza, kış yaşlılığımıza benziyor. Pişmanlıkların mevsimi, hüzünlü sonbahar…
Bana sorarsanız sonbahar mevsimlerin en kişiliklisi, kafası karışık ama kendinden ödün vermeyen… “Ben böyleyim” diyor. Canınız isterse… Sonbaharı sırf bu yüzden daha çok seviyorum.
Bir sonbahar daha başladı işte, sarının, kızılın ve kahverenginin mevsimi. Ama tuhaf bir hali var bu sonbaharın. İnsana nedense hep aynı şeyi düşündürüyor, sunduğu güzelliklerle beraber.
Daha kaç sonbaharımız kaldı acaba ya da kaç sonbaharı istediğimiz gibi yaşayabileceğiz acaba? Belki de hiçbirimiz hiçbir sonbaharı istediğimiz gibi yaşayamadık. Belki de istediğimiz hayatı da yaşayamadık. Hep bir dahaki sefere dedik. Hep erteledik hayatı… Niye ertelediğimizi anlamadan, ertelemenin gereksiz olduğunu sezerek ve hatta hiçbir zaman o ertelediğimiz gerçekleştireceğimiz zamanın gelmeyeceğini bilerek…
Sonbahar, tüm pişmanlıkların ben de buradayım diyerek insanın ruhuna üşüştüğü bir mevsim. Bir çölün ortasında duran koca bir gemi gibi hiçbir yere gitmeden, anlamsızca! Eskidiğimizi hatırlatıyor bize. Nedenini bilmiyorum ama gerçekten sonbaharı bir deniz kenarında geçirseniz bile kokusundan mıdır, renginden midir bilmem. Çocukluğumuzdan kalma eski bir şarkıyı mırıldandığımızda olduğu gibi, aniden bütün duyguların en altından hüzün çıkıyor. Kaybettiklerimizden, yapamadıklarımızdan yapıp da bir daha tekrarlayamadıklarımızdan arta kalan bir hüzün.
Hayatla, yaşadıklarınla ilgili sorular üşüşüyor birden. Kendinle göz göze geliyorsun. Bu hüznün beni acıtmasını tam sevmesem de beni değiştirmesini seviyorum ben. Her yıl sorularla, hesaplaşmalarla kendi içime ve hayata bakarak hem aynı kalıp hem değişerek, sonbahardan geçmeyi seviyorum.
Yazın yakıcı aydınlığı, son günlerini yaşıyor artık. İnsanı üşütmese de ürperten bir serinlik var. Bir bakıyorsunuz gökyüzü balya bulutlarla kapanıyor, gri bir renk basıyor kenti. Bir sağanak patlıyor, kuruyup kavrulmuş yapraklar savruluyor rüzgarda. Sonbaharın hüznüne sıcak güneşin karışması hepimize iyi gelir sanırım. En azından alışmak için biraz vakit tanır.
Bahar çocukluğumuza, yaz gençliğimize, sonbahar olgunluğumuza, kış yaşlılığımıza benziyor. Gerçekten de mevsimlerin özellikleri ve hayatımızın evreleri birbirine çok benziyor. Sonbahar olgunluk yaşımızdır. Bu benzerlik nedeniyle biraz da Eylül, hüzündür. Ömrümüzün en verimli mevsimi, ömrümüzün sonbaharı aynı zamanda en olgun çağımızı yaşadığımız yıllardır.
Belki de bu yüzden peygamber efendimizin (S.A.V.) ömrünün sonbaharında 40 yaşında liderlik görevi verildi. En olgun, en verimli, en dingin ve en güçlü dönemiydi. Bu açıdan bakıldığında yazın sıcaklığı ve bunaltısından ziyade, sonbaharın bereketli yağmurları, tatlı serinliği ve kucaklayan rüzgarlarını tercih etmek insana daha güzel geliyor.
Ekim ayı başladı, sonbaharın baba aylarından biridir. Eylül’den sora köklü, derin ve kadim toprak gibi bir aydır ekim. Bu ayın tadını çıkartın.
Yağmur hiç bu kadar güzel gelmemişti bana nedense. Sanırım geçen yazın bunaltan sıcaklarından olsa gerek, ömrümüzün sonbaharında insanlığa söyleyecek sözümüz, verecek bir fikrimiz, anlatacak bir hikayemiz var mı? Varsa kışı çok rahat geçireceksiniz demektir.
Eylül ömrümüzün sonbaharı…
EYLÜL’DÜ
Dalından kopan yaprakların
Sararan yanlarına yazdım adını
Sahte bir gülüşten ibarettin oysa.
Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu.
Eylül’dü…
Di’li geçmiş bir zamandı yaşadığımız
Adımlarımızın kısalığı bundandı
Bundandı gözlerimin durgunluğu.
Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan,
Ellerin kadar ıssız,
Sen kadar zamansız molalar veriyordum
Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz.
Eylül’dü…
İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin,
Şimdi yoktu bi anlamı suskunluğun.
Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde.
Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım.
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ.
Gözlerini sildi zaman…
Dedim ya… Eylül’dü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin.
Cemal Süreya